3 Temmuz 2013 Çarşamba

Hayatın Anlamı

   Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Ama aldığı cevaplar da ona yetmemiş. Fakat mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş. Dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş. Köy, kasaba, ülke dolaşmış bu arada zaman da durmuyor tabi ki. Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona 'Şu karşıki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar. İstersen ona git belki o sana aradığın cevabı verebilir.' demişler. Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş. Bilge 'Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor.' demiş. Adam kabul etmiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. 'Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel. Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin eğer bir damla eksilirse kaybedersin.' 


Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış 'Evet, kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı? '. Adam şaşkın bir şekilde şunu söylemiş: 'Ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki.'. Bunun üzerine bilge 'Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel.' demiş. Adam tekrar bahçeye çıkmış gördüğü güzellikler büyülemiş muhteşem bir bahçedeymiş çünkü. Geri geldiğinde bilge, adama 'Bahçe nasıldı? ' diye sormuş. Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış. Bilge gülümsemiş, 'Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış.' demiş ve eklemiş: 'Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider sen farkına varmazsın. Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın akıp giden zamanın anlam kazanır. Hayatının anlamı senin bakışlarında gizlidir.

Mehmed Akif Ersoy

14 Haziran 2013 Cuma

Doğumdan sonra hayat var mı?

   Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizdi. Haftalar birbirini izledikçe onlar da geliştiler. Elleri, ayaklan, iç organları oluşmaya başladı. Bu arada, etraflarında olup biteni fark etmeye başladılar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları arttı. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlardı: “Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!” Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyuldular. Öyle ya, hayatın kaynağı neydi? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıktı. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tespit ettiler.“Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor.” Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle ‘yolun sonuna' yaklaşıyorlardı. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini aldılar.Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başladılar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sordu: "Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?" Öteki daha sakin ve aklı başındaydı. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir özlemi arzuluyordu. 


O cevap verdi: “Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor.”  Ve ekledi: “Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.’ “Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırdı kardeşi. ‘‘Hep burada kalmak istiyorum. Elimizden gelen bir şey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.” “Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevapladı öteki. “Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya geldi ve sonra da gittiler. Hiçbirisi geri gelmedi ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu her şeyin sonu olacak.” Bütün bunları söyledikten sonra ekledi: “Hem, belki de anne diye bir şey de yok!’ “Olmak zorunda” diye itiraz etti kardeşi.  “Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?” “Sen hiç anneni gördün mü?” diye üsteledi öteki. “O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.” Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçti. Sonunda doğum anı geldi çattı. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açtılar ve sevinçten ağlamaya başladılar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeydi. 

Anlamak


4 Haziran 2013 Salı

Bir Söz Bir Düşünür-George Bernard Shaw

"Hatalarla dolu bir hayat, bomboş geçirilmiş bir hayattan çok daha faydalı ve onurludur."


George Bernard Shaw 26 Temmuz 1856'da Dublin'de doğdu.Oyun yazarı olarak ünlendi. altmıştan fazla oyuna imza atmıştır.  Okula hiç isteyerek gitmiyor, hep zorla gönderiliyordu. 1870'de Dublin'de bir firmada çıraklığa başladı. 1876'da Londra'ya gitti ve kısa bir süre Edison Telephone Company'de çalıştı. Shaw bu arada edebiyata düşkündü ve tam beş roman yayınlamayı başarmıştı. Ancak hiç birinde başarıyı elde edemedi. 1880 yıllarında Marks'a ilgi duymaya başladı ve 1884'de kendisini sosyalist ilan etti. 1885'den itibaren çeşitli dergilerde müzik ve tiyatro eleştirisi yazıları yazdı. 1901 yılında yayınlanan The Devil's Disciple (Şeytanın Çocukları) adlı melodramıyla edebiyattaki başarıyı yakaladı. Bu eseri en çok Almanya'da tutulduğundan, bu ülkeye karşı özel teşekkürde bulundu.

Hem 1925'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü hem de 1938'de Pygmalion için Oscar'ı alarak, bu iki ödülü de alabilen ilk ve tek insan olmuştur. Sosyalizm ve kadın haklarının koyu bir savunucusu olmuştur. Shaw, vejeteryan olmasının yanında ayrıca içki ve sigaradan da hayatı boyunca kaçınmıştır. Ayrıca resmi eğitime de karşı çıkmıştır. Shaw, 94 yaşına geldiği 1950'de, ağaç budarken merdivenden düştükten sonra oluşan yaralarının iyileşmemesi sonucunda olaydan birkaç gün sonra (2 Kasım 1950) Hertfordshire (İngiltere) de ölmüştür.

Önemli Eserleri:
Caesar and Cleopatra 1901 (Sezar ve Kleopatra)
Man and Superman 1903 (İnsan ve İnsanüstü İnsan)
The Irrational Knot 1885-87
The Intelligent VVoman's Guide to Socialism and Capita-lism 1928 (Akıllı Kadının Sosyalizm ve Kapitalizm Rehberi)

Kaynak: vikipedibiyografim.net

8 Mart 2013 Cuma

Rummân Arzusu

Mev’izelerde bir menkibe anlatılır: Bir çilehânede dervişler günlerini ibadetle geçiriyorlar. Bir erbaîn, iki erbaîn, üç erbaîn.. ancak ölmeyecek kadar yeyip-içmek, elden geldiğince sadece ibadet ü tâatte bulunup dışarıya çıkmamak orada bir prensiptir. El-ayak, göz-kulak, dil-dudak, tamamen ibadetle meşgul edilir. Uyku da azaltır; bir günde sadece bir saat kadar başlar bir yere konarak geçiştirilir; ihtiyaç defedilecek kadar uyunur. Zaten çok yeyip içmeyince de az uyumaya alışılır. 

İşte böyle bir çilehâne ehlinden birisinin içine rummân (nar) arzusu düşüyor. Bir türlü kafasından atamıyor. Aslında nar -Allah öbür nârdan (Cehennem’den) muhafaza buyursun- sevilecek bir meyvedir; fakat öyle, gönül bağlanan haneyi terkettirecek kadar olmasa gerek. Nar isteği yerine başka şeyler de düşünülebilir elbette. Tam kapıyı açıp dışarı çıkıyor, bir de bakıyor ki kapının önünde yara-bere içinde yatan birisi var. Yara-bere içinde ama hâlinden çok memnun, çok müteşekkir, yüzünden behcet akıyor. “Elhamdülillah Yâ Rabbi” diyor yatan adam. Bizimki “Yâhu bu hâlinle böyle içten hamd ü senâ da ne?” deyince “Allah’a hamdolsun” diyor. “Hiçbir zaman rummân arzusuyla Rahmân’ı terkedip O’nun huzurundan ayrılmadım.” Derviş bunu duyunca kendine geliyor ve tekrar çilehâneye dönüyor.

Kaç defa rummân arzusu bizi arkasından koşturmuştur. Kâmil olmak kolay değil. Allah potansiyel insan yaratmıştır ve hakikî insan olmayı kulun iradesine, cehdine, gayretine ve azmine bağlamıştır. Azimsiz insanlar, sabırsız kullar o hedefe ulaşamazlar.

4 Ocak 2013 Cuma

Fidanın Meyvesi

Bir hükümdar maiyetiyle birlikte ülkesinde bir gezintiye çıkmıştı. Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü. İhtiyara uzaktan seslendi:

- Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin.

İhtiyar cevap verdi:

- Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer.

Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti

İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmadı:

- Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi.

Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti.

Yaşlı köylü sıradan biri değildi. Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi:

- Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva verdi.

Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı:

- Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek.

1 Ocak 2013 Salı

Bir Söz Bir Düşünür-Jean Jacques Rousseau

"İnsanın özgürlüğü; istediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır."


Jean-Jacques Rousseau
Jean-Jacques Rousseau (28 Haziran 1712, Cenevre - 2 Temmuz 1778, Ermenonville, Val-d'Oise),Fransız yazar, düşünür, filozof, politika ve müzik teorisyeni.
İsviçre'nin Cenevre kentinde doğmuştur. Bir saatçinin oğludur. Babası Topkapı Sarayı'nda saat tamirciliği yapmıştır. On yaşında eğitimine bir din adamının yanında başlayan Rousseau, daha sonra bir gravürcü ustasının yanında çalışmıştır. 1728-1738 yılları arasında, sekreterlik, müzik hocalığı ve tercümanlık yaparak, Fransa, İtalya ve İsviçre'de dolaşmıştır. Fransa'da yazıları yasaklanınca daha sonra aralarının açıldığı dostu David Hume'un daveti üzerine İngiltere'ye gitti. Daha sonra Batı İsviçre'de Neuchatel'e sığındı. Kalvenist olarak vaftiz olmuştu. Torino'da Katolikliğe geçti, daha sonra tekrar Kalvenist oldu.Bu sebeple doğduğu şehir olan Cenevre'de ateist suçlamalarına mâruz kaldı. 1749'da Ansiklopedinin müzik bölümünü kaleme almıştır.
Jean – Jacques Rousseau’nun yapıtlarındaki karmaşıklık onun; doğal hukuk kuramcısı, doğal hakları yadsıyan biri, aydınlanmacı, aydınlanma ilkelerini yerle bir eden biri, demokrasinin inançlı savunucusu, demokrasiyi ayaklar altına alan biri, burjuva liberal devriminin hazırlayıcısı, öte yandan böyle bir devrimin olumsuzluklarını çok önceden gösteren, hatta reformculuğu bile benimseyen biriymiş gibi birbiriyle çelişen ve çatışan çok karşıt düşüncelerle yorumlanmasına sebep olmuştur. Bu sebeple Rousseau anlaşılması güç bir düşünür olmuştur. Kendisini hep halktan birisi olarak görmüş, halktan kişiler arasında daha rahat etmiştir.
Rousseau, doğru bir siyasal toplumun temellerini ortaya koyabilmek için olguların bir yana bırakılması gerektiğini belirtir. Çünkü ona göre salt olgulardan hareket edildiğinde, çıkarlar, yararlar ön plana yerleştirilmekte ve böylece adalet, hukuk ayaklar altına alınmaktadır. Rousseau, güçlünün haklı kabul edildiği, siyasal toplumun kökenine olguları yerleştiren, olgusal verileri ve kuramları eleştirmektedir. Yurttaşı, ortak benliği, halkı, devleti yaratan bir “toplum sözleşmesi”ni ve bu sözleşmeye toplumdaki her bireyin dahil olması gerektiğini savunur. Halk olmanın temelinde egemenliğin var olması gerektiğini düşünür. Yasaların olmadığı bir yerde devletten söz edilemeyeceğini savunmuştur. Yasaların, halkın tümü için geçerli olması gerektiğini düşünmektedir.
Halk sayısı arttıkça, yönetici sayısının azalması gerektiğini savunan Rousseau, “demokrasi, aristokrasi, monarşi” şeklindeki sınıflandırmayı benimsemiştir. Rousseau’ya göre demokrasi biçimindeki hükümette yönetici, halkın tamamı ya da büyük bir kısmıdır. Aristokrasi biçimiyse küçük bir azınlığın yönetimidir. Monarşik hükümette ise yönetme yetkisi tek bir kişidedir.
Rousseau’ya göre yurttaşlar olmadan erdem, erdem olmadan özgürlük, özgürlük olmadan devlet olamaz. Ayrıca devletin temelinde dinin de olması gerektiğini savunur. Rousseau; devletin iktidara değil, halka ait olduğunu savunmuş ve ulus-devlet anlayışını benimsemiştir.

Kaynak: wikipedia

Büyük Mücadele

İlk olarak kendini bil, bunu başarırsan tehlikenin oradan geleceğinin farkına varırsın.

Hata yaptığımız zamanlar çok olur. Yanlışlarımız bizim tecrübelerimizdir. Hayatımızda aksaklıklar yaşarız bazen. Böyle durumlarda sığınacak limanlar ararız. Kimilerin her dem sığınacak limanları vardır, çok sağlamdır onlar. Kimileri bunlardan yoksun, fırtınanın estiği yönde savrulur gider. Hayat çok acımasız deriz. "Niye ben?", "Hep mi ben?" soruları kurcalar durur kafamızı. Oysa ki sorun belki de aradığımız mahalde değildir. Peki nerededir?

İnsan maruz kaldığı sıkıntılar karşısında kendisiyle yüzleşmekten korkar. Bu korkunun sebebi; kendisiyle muhasebeye kalkıştığında yenik düşmenin vereceği ızdıraptır. Zaten sıkıntıda olan insan böyle bir sıkıntıya da girmek istemeyecektir. Ama bu, işin görünen yüzüdür. Ve zor olan kısmıdır. İlk adımı atmak zordur. Perdenin arka tarafında ise şu manzara vardır: Böyle bir muhasebeden sonra başlayacak olan 'büyük mücadele' nin tohumları atılmış olur.

"Life of Pi" filminde fırtınalı gece ve dev dalgalı bir denizde Richard Parker adında bir kaplan ile aynı tekneyi paylaşmak zorunda kalan Pi, filmin sonunda şöyle der: " Richard Parker ile mücadelem, beni ayık tuttu. Tek başıma kalsaydım başaramazdım".



Anlaşılan o ki, zinde olmanın ve düşüp kaymamanın yolu Richard Parker ile mücadeleden geçiyor.